20 Mayıs 2010 Perşembe

süleymaniyede zaman



onlu yaşların başındaydım. süleymaniye' deki büyük bahçeli dede yadigari evimizdeyiz. merdivenlerin başına oturmuş, laleleri budayan troçki dayıyı izliyorum. babam birilerine isim takmakta nam salmıştı. troçki kimdi, bilmezdim. sakalıyla bıyığıyla ona benziyormuş. mahalleli de dahil olmak üzere, herkes troçki diyor. troçki dayı evin işleri yapan yaverimiz... trakyalı.

ben bunları düşünürken babam gelip çöküyor yanıma. elinde her akşam bir kadeh içmeyi adet edindiği viski kadehiyle.

- bu lalerden kurtulmak için annenin ölmesini bekleyeceğiz anlaşılan.

babamı duyan troçki dayı, başını sallayarak esaslı bir tövbe estağfurullah çekiyor.

- o nasıl söz ağam?

babam bana göz kırpıyor, saçlarımı şöyle bir okşuyor.

- ağalık mı kaldı troçki efendi?
- kalmaz mı bey?
- karar ver, ağa mıyız bey mi?

troçki dayı ses etmiyor.

- bak evlat, diyor babam, bir evin bahçesinde lale var ise, o evde oturan insanlar ya gelenekçidir yahut da çiçekleri dahi sorgulamayacak kadar statükocudur.

- çiçekler sorgulanmaz, sulanır ağam.

babam yüksek perdeden bir kahkaha atıyor.

- hah şimdi tam troçki gibi konuştun.

bana dönüp kaldığı yerden devam ediyor.

- osmanlıca da allah ın harflerinin yerini değiştirirsen lale kelimesini elde edersin. o laleyi tersten okursan hilal kelimesini bulursun. hilal ise osmanlıda kutsal bir simgedir. hilal nedir bilir misin?

* * *




bugünün dünü, yarının belleği anılar... anıların unutulmak ve tekrar hatırlanmaktan ibaret olduğunu sanan yanılgılar bütünü bir ben, ben ki içimdeki ötekilerle konuşmaktan insanlarla iletişime girmeye itibar etmeyen...

iki türlü anı çakması vardır. birinde bir şeyin kendisine seslenmesiyle ortaya çıkarken, ötekinde bir sebep yoktur gibi gelir bize. kuytu köşesinden çıkıp ağtabakanın kör noktasında kurulmuş zihin perdesindeki bu zamansız (ve bu son) performansını içe doğru izlerken yüzümüze oturan ifade "bunu şimdi niye hatırladım"dır.

günlerden bir gün nasıl oluyor da hatırladığım bir anının, o hatırlayış anına kadar orada olduğunu unutmuş olmanın getirdiği şaşkınlığa şaşıyorum şimdi şimdi. sanki başka türlüsü mümkün olabilecekmiş gibi...

benim unuttum dediğim şey aslında - yok yere - hatırlanmak istenmediği için gün yüzüne çıkmıyorsa, ki bundan hiç şüphe duymuyorum nicedir, işte o zaman belleğim zaman(sız) ayarlı saatli bir bomba değil midir?

öyledir.

son bir görevi vardır hatırlandığında şaşırıp kaldığımız silik anıların. görev yerine getirilmedikçe silinmeyeceklerdir hafızamızdan. altıpatlardaki son mermi, son nefes... yokoluş hamlesinde varoluşunun nüvesini tuzbuz edip kendini yok eden billur. bir anlık parlama, bir kıvılcım...

* * *
yıllar sonra, o günlerde henüz okutman olan bir arkadaşım ve şürekası, osmanlıca öğrenmek isteyen üniversite öğrencileri için vakıf kurmak niyetindeydiler. bir gün hep birlikte oturmuş laflarken vakıf işini sorduğumda, her şey tamam gibi dedi biri. ama hala adını netleştirmiş değiliz, deyince "lale" dedim hiç düşünmeden.

o gün laleyi önerirken bu hatıram aklıma gelmemişti. zihin perdemde oynanan oyunun aleti olmuştum farkında olmadan. niye dediklerinde babamın bana anlattığı allah-lale-hilal bağlantısını sanki bir yerden okumuşum gibi anlatmıştım. nerden bildiğimi hiç sorgulamadan...

* * *

bilmiyordum. kaldı ki osmanlıca nın ne olduğu hakkında da bir fikrim yoktu. osmanlıca merakım o gün filizlenmiş olmalı. çünkü hemen sonrasında fransızca derslerimi aksatmamak kaydıyla osmanlıca ders almama müsade etmişti babam. harfleri söktükten sonra ilk yazmak istediğim de hiç kuşkusuz bu üçleme idi.

allah = اللاه
lale = لالي
hilal = هيلا

* * *
mutlak değer içinden çıkarken kutup değiştiren rakamlar gibi kendimi korunaksız, çıplak ve açıkta hissediyorum zaman zaman. son bir kez hatırlamak için unutuyor, unutmamak için yazıyorum.

14 Mayıs 2010 Cuma

Me & My Uncle


bir sabah, hemen herkes uyurken, troçki dayı* bahçe kapısından evin merdivenlerine kadar sağlı sollu dizilmiş lalelerin toprağı ile uğraşırken, tam da ben asmaların altına uzanmış farklı şehir ve ülkelerden gelen, her birinin arkasında amcamın imzası olan kartpostallar ve fotoğraflara bakarken, tam da o anda işte, troçki dayı bir karadeniz türküsü okurken usul usul, onun sesiydi çalınan kulağıma.

amcamdı bu. ben onlarımın ortasındayken, o otuzuna merdiven dayamıştı. ama hiç göstermiyor köftehor, derdi babam yaş konusu her açıldığında; keyif pezevengi diye de ilave ederdi gülerek.

- hippilik nasıl gidiyor bakalım keşoğlan?

babamın amcama taktığı isimlerden biriydi bu; hippilan, çiçekoğlan, cigaraluk, kenevirtozu, rockerfucker... ilk aklıma gelenler.

amcam pek karşılık vermezdi ama. tebessüm eder geçiştirirdi abisinin takılmalarını. nedense hep uzakta olurdu amcaların en bitanesi. nerede yaşıyorsun sen dediğimde, uzakta derdi.

- ne kadar uzakta?
- büyüdüğünde gidebileceğin kadar uzak.
- büyümem yakın mıdır?
- çok uzak değil.

hep uzaktan bakardı çakır gözlü amcam. buğulu değil, derin derin hiç değil; uzaktan işte... hızlıca kitap okurkenki bakış vardır ya, hani her bir kelimenin kıvrımlarının tozunu alarak, tınısını içsesine vererek okumanın tam tersi olan...

amcamdı.
tütün sarar, şarkı söyler, şiir okur, kızlarla yatar, erkeklerle içerdi...




*troçki dayım hem işçi, hem behçevan, hem marangoz, hem tesisatçı, hem pala bıyıklı, hem güzel sesli, hem emanetçi, hem sadık dost, hem yaşlı, hem gözleri nemli, hem evin sağ kolu, hem aksak...

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Ctsi Gecesi Çığlığı




it's a beautiful day çalıyor: bombay calling


bir sene sonra da deep purple meşhur child in time'ı çağlıyor:


piyanoyu en çok bu şarkıya eşlik etmek için almıştım. sarhoş ve stoned kafaların en güzel mezelerinden biridir. hadi ne duruyorsunuz: roll on!


1 Mayıs 2010 Cumartesi

Ders: Hayat Bilgisi


Öğretmenin içeri girdiğini kimse umursamıyor gibiydi. Teneffüsü biraz daha uzatma niyetindeki lise üçüncü sınıf öğrencileri biraz senenin ilk dersi olmasından ama daha çok öğrenci olmanın gerekliliğince kendi havalarındaydılar.


Masaya notlarımı bıraktım ve hiçbir şey demeden onlara baktım. Ne de gamsız görünüyorlardı. Uzun bir hayat vardı önlerinde. Onları bu kadar cıvıl cıvıl kılan bu muydu?

Öğretmen sessizce ayakta duruyor, öğrencilerin kendisini farketmesini bekliyordu. Başı sabit, gözleri usul usul sınıfı tararken cam kenarında oturan dikkatli bir öğrenci, öğretmenin yüzünde oturan tebessümü farketmişti. Çocukların birbirlerine sataşmaları gitgide azaldı. "Oğlum öğretmen bakıyor" tembihleriyle kendi kendilerini hizaya sokan öğrenciler şimdi suspus olmuşlar ayakta öylece bekleyen öğretmene bakıyordu. Öğretmen de onlara. Artık mutlak sessizlik hakimdi sınıfa.



Öğretmenin yüzündeki tebessüm biraz daha büyüdü. Öğrencilerin gözleri parladı, ikinci sırada oturan çekik gözlü kızın gözleri çizgiye döndü. Öğretmen şimdi başıyla sınıfı tarıyordu. İnce dudakları sımsıkı kapalı bir şeyler söylüyordu sanki onlara. Hemen herkes yeni bir şeyin eşiğinde olduğunun farkındaydı.




Bu yaşta, hep uzak düştüğüm öğretmenliğe adım atmak... "içimdeki çocuk" klişesinden uzak kalmak için çocukların içinde kalmayı yeğlemiştim! Eşe dosta böyle diyordum elbette. Bir asır kadar geride kalmış üniversite yıllarında idealist duygularla aldığım formasyonun tüm insanlık kadar eski bir güdünün içimde birikerek arıza çıkarmasını engellemek, bir anlamda güdüyü belli bir kalıba sokmak, kabul edilebilir bir seviyeye çekmek ve içimdeki azgın atı sınırlamak yerine (çünkü bu vahşi ile girişeceğim mücadeleyi kazanacağımdan hiç de emin değilim) onu usul usul yemleyerek asimile etmek için bir vesile olacağını nasıl bilebilirdim ki. Hayatın neler getireceğini bilemiyorsunuz işte. Üstelik bu öğretmencilik oyunu bana biçilen idealist ve hümanist payeleri artırmıştı da..




İşte böyle başlamıştı her şey, ekoseli etekleriyle kızların arasında dolaşmaktan duyduğum içgıdıklayıcı keyif, cigaranın dumanının seksapel ikiziydi.

...